19 Temmuz 2012 Perşembe

Temmuz 19, 2012

TÜRBAN ŞERİATIN BAŞLANGICIYDI…

Filed under: Uncategorized — ahmetnesin @ 9:10 am
TÜRBAN ŞERİATIN BAŞLANGICIYDI…
Yıllar önce Çerkes ve Abhazhaların bir düğününe gitmiştim. Düğün Akyazı’ndaydı, yaşamımda çok şey paylaştığım okul arkadaşım Feridun götürmüştü. Feridun’un babası yaşamıyordu ama o kesimin en sevilenlerin biri olduğundan ve ben de onların misafiri olduğumdan el üstünde tutuluyorduk. Eski Kalamış Sahil yazlık Sineması’nın ve Todori Meyhanesi’nin sahibi Yaşar amcanın oğlu evleniyordu. 3 Gün 3 Gece sürdü ve her yaşadığımla yeni bişey öğreniyor ve Feridun bunları bana önceden anlatmadı diye de kızıyordum. Silahsız tek kişi yoktu, açık havada selamlaşma şarjör boşaltmayla oluyordu ve doğal olarak düğün 3 yaralanmayla bitti.
3 yaralanma dediğime bakmayın, kavga neyim çıkmadı, taşlara gelen kurşunların sekmesiyle olan ufak yaralanmalar. Ama bu geleneklerin yabancısıysanız benim gibi şaşkın şaşkın dolaşırsınız. Hele 3 yaralıdan dolayı size “Ağır yaralı yada ölü yok, bu düğün olaysız geçti…” diyorlarsa sadece aval aval bakarsınız.
Bu tür gelenekler Avrupa ülkelerinde var mıdır bilmiyorum ama Lazlarda da var, Kürtlerde de. Düğünü erkek egemen mantığına çevirmenin en kolay yolu bu!.. O düğünde bişey daha gördüm, kız-erkek arkadaşlığının en rahat olduğu kesim de Çerkes ve Abhazalar.
Türkiye’de yıllardır yaşadıklarımızı bu düğüne benzetiyorum. Din devlete bağlı, Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurum başbakanlığa bağlı olarak çalışıyor. Yani din devletten ayrı değil, yani laik bir ülke değiliz. Bu şu anlama geliyor, “Dincileri biz denetlemez özerk bırakırsak iyice yobazlaşırlar. Bırakın düğün olaysız geçsin…
Ben bu olaysız geçen düğüne ilk tepkiyi kimi akademisyen ve aydınımsıların “Türbana evet” imzasında göstermiştim. Nedeni çok açıktı, türban yada kadının kapanması Kur’an’da bir ayetten alınmaydı ve bunu TC Anayasa’sına konması şeriat gereklerinden birini anayasaya koymaktı.
İkinci gerekçem, kapanmak bir erkek egemenliğinin emriydi ve kadının burada söz hakkı sorulmamıştı. Doğal olarak yüzlerce yıl önce alınan bu karar kadının özgürlüğü diye tartışılamazdı. Kadın hakkında bir kararı erkekler alacak ve bunu uygulamak kadının özgürlüğü olacak, bu demokratik bir karar olmadığından demokrasi adına da tartışılamazdı.
Üçüncü gerekçem, eğer bu ayet anayasaya girerse, kapı aralanmış olur ve diğerleri peşi ardına gelirdi. Doğal olarak bu tartışmalar yapılırken Hak-İş hemen bir yürüyüş yaptı ve türbanlıların devlet dairelerinde de çalışabilmelerini istedi.
Ordu valisi güç alarak bütün umumi helalardaki pisivuarları söktürerek erkeklerin ayakta işemesinin günah olduğunu açıkladı.
Bir imam çalışan kadınların kocalarını aldattığını ve kadının yerinin ev olduğunu açıkladı. Bu açıklama benim dediklerimi doğruluyordu esasında çünkü ben türbanlı kadınların üniversite bitirdikten sonra ya babası ya ağabeyi yada kocası tarafından çalıştırılmayacağını, bunun başı açık, bilim okumak ve öğrenmek isteyen kızların önünü kesmek için yapıldığını yazdım.
Olsun düğün hâlâ olaysız geçiyordu, libre-el-al ve eşhellektüeller yaşamlarından memnundular. Derken kimi belediyeler alkole kırmızı çizgi çekmek istediler. Biraz mırın-kırın edildi ama çok ses çıkmadı. Ancak bundan sonra ruhsatlı içkievi açmak zorlaştı, Ankara’da içki satan kimi yerler basıldı, Beyoğlu’nda dışarıda masa ve sandalye koymak yasaklandı.
Herkes bu konuda bişeyler yapar da Mersin durur mu, orada da bir okul müdürü kız ve erkek öğrencilerin 45 santimden fazla yaklaşmamaları gerektiğini açıkladı. O 45 santim neye yada kime göre ayarlandı bilemem ama bence tam bir abukluktu.
Din dersine girmediği için notu da olmayan bir öğrenciye şimdi tasdiknamesi ve ortaokul diploması verilemiyor.
İmam Hatip ortaokulları açıldı, kimi okullar İmam Hatip’e çevrildi. 4 + 4 + 4 diye bir sistem getirildi ki kimse bişey anlamıyor. Son 4 mecburi olmadığından niye 4 + 4 yerine 4 + 4 + 4 denildiğini de anlayan yok.
AKP genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan “Dindar gençlik yaratacağız…” diye açıklama yaptı ama hâlâ düğün olaysız geçiyordu. Dindar gençlik yetişecekse açık havada bira içmek de ne oluyordu. Hemen dindar gençliğin etkisiyle yasaklandı ve hatta Diyanet İşleri başkanı bilem bu konuda demeç verdi. Diyanet İşleri Başkanı’nın protokoldeki yerinin ilk 5 olacağı suikasta uğramayan Bülent Arınç tarafından açıklandı.
Şimdi sıra geldi ramazana ve Mehmet Ali Birand korktuğunu yazmış bugün. Ne diyebilirim ki Birand, korku medeni bişeydir ama merak etme hâlâ düğün kazasız geçiyor

AHMET NESİN

16 Temmuz 2012 Pazartesi


1930'lar faşizminde solun hatası ve yeni CHP -Atilla Özsever (Yurt)
13 Temmuz 2012 -
Türkiye, “ileri demokrasi” adı altında totaliter ve faşizan bir sürecin koşullarını yaşıyor. 10 yıllık AKP iktidarı döneminde, bürokrasi, emniyet ve yargı tam anlamıyla ele geçirilmiş, üniversiteler susturulup YÖK kanalı ile hükümetin kontrolüne sokulmuş, medya büyük ölçüde “yandaş” hale getirilmiş, ordunun da bu sürece “uyumu” sağlanmış, yasama tamamen yürütmenin denetiminde olup tek parti, hatta tek adam egemenliği doruk noktaya ulaşmış bir umumi manzara söz konusudur. Tek kelime ile devlet, AKP’lileşmiş bir konumda gözüküyor.

Öte yandan İslami sermaye dışındaki burjuva kesimi siyasal iktidarın uygulamalarından ürkmüş bir durumda, eğitim sistemi piyasacı ve gerici bir anlayışla yeniden düzenleniyor, sendikalar da teslim alınmak isteniyor. Aydınlar, gazeteciler, öğrenciler, Kürtler, yani tüm ilerici ve muhalif kesim üzerinde bir “korku imparatorluğu” yaratılıyor. İnsanlar düşüncelerinden ötürü hapishanelere tıkılıyor.
***


Ülkedeki bu totaliter uygulama ve yönetim anlayışı, bir anlamda 1930’lar Avrupası’nı andırıyor. Bu çerçevede 1930’lar Avrupası’nı, Almanyası’nı hatırlamakta yarar var. Almanya’da Hitler iktidara gelmeden önce işçiler ve köylüler önemli haklara sahipti. 8 saatlik işgünü, toplu sözleşme hakkı, işsizlik sigortası, işyeri konseyleri, tarımda çalışan köylülere sendika hakkı gibi uygulamalar söz konusuydu.

Ancak Alman sanayicileri, bu haklara tepki gösteriyordu. Alman kapitalistleri, Hitler’i kullandılar, SA’lar, SS’ler işçi toplantılarını bastı, şiddet uyguladı. Ülkede Yahudiler, sendikacılar, solcular üzerinde bir “cadı avı” başladı, bir “korku imparatorluğu” egemen oldu.

Bu arada Alman sosyalistleri, komünistleri, küçük burjuvaziyi ve köylüleri yanına çekemedi. Sosyal demokratlar da sermaye ile işbirliği yaptı, toprak sahiplerine ve tekellere karşı mücadeleye girişmekten kaçındı.
***


Ekonomik bunalım, Hitler’in çok işine yaradı, 1929-1932 yılları arasında üretim düştü, işsizlik 6 milyonu buldu. Hitler ve Nazi Partisi, hoşnutsuz milyonlar için umut oldu. 1928’de 810 bin oyla 12 milletvekili çıkaran Nazi Partisi, 1930’da 6.5 milyon oyla 107 milletvekiline sahip oldu. 1931’de yapılan seçimlerde Nazi Partisi 230, sosyal demokratlar 183, komünistler ise 89 milletvekili çıkardılar.

İşçi sınıfı, Sosyal Demokrat Parti ve Komünist Parti arasında ikiye bölündü. Faşizme karşı işbirliği gerçekleşemedi. Alman sosyal demokratlarının zaman zaman kararsız kalması ve diğer burjuva partilerinin de yeni Nazi rejimi ile anlaşma içinde olması, Komünist Parti’yi içine alacak anti-faşist bir cephenin kurulmasını engelledi. Komünist Partisi de, bir çok kez sosyal demokratları “sosyal faşist” olarak suçladı, Sovyet lideri Stalin’in de etkisi sonucu bu kesimle tam bir işbirliğine girmedi.
***


Hitler, 1933’te iktidarı seçim yoluyla ele geçirdikten sonra ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başladı. Alman Sendikalar Birliği, Nazi’lere destek verdi ve “Hükümetle aynı yüce amacın peşinde koştukları” yönünde açıklama yaptı. Nazi Partisi, 20 Nisan 1933’te sendikaları devlet yapısı altında 1 Mayıs kutlamalarına çağırdı. 2 Mayıs 1933’te ise tüm sendikalar dağıtıldı, Alman Komünist Partisi kapatıldı, malları Nazi Partisi’ne devredildi. Sosyalist ve komünist milletvekilleri öldürüldü, toplama kamplarına gönderildi. Almanya’da tek parti devleti kuruldu. Sosyal haklar gasp edildi.
***


Özetle böyle. CHP’nin 17-18 Temmuz’da Büyük Kurultayı var. Buradan çıkacak kararlar önemli. Türkiye’de güçlü ve etkin bir sosyalist sol yok ancak bu yönde önemli bir damar ve gelenek var. Sosyalist solun sosyal demokratlarla birlikte gerçek demokratik haklar, laiklik, sosyal devlet, ülkenin bağımsızlığı gibi temel konularda bu totaliter ve faşizan düzen anlayışına karşı bir demokrasi cephesi oluşturması gerekli hale geliyor. Bakalım CHP Kurultayı, bu çağrıya ne gibi bir yanıt verecek?


23 Haziran 2012 Cumartesi

12 EYLÜL 2010 DA YAPILAN REFERANDUMDA NEDEN  "H A Y I R" DEDİM.

1-Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde,halk oylamasında 26 madde aynı anda evet yada hayır şeklinde halkın onayına sunulmaz.
2-Eğer bizde olduğu gibi sunulursa,bunun adı demokratik oylama değil,faşist oylamadır.Çünkü;
oylanan 26 maddenin içinde taraf olduğun,(örnek..: 12 eylül darbecilerinin yargılanması gibi) madde olabilir.fakat,diğer maddelerin içinde çok daha mayınlı maddeler olduğu için,hayır dedim.
3-12 eylül mağduriyet olayına gelince; bende bir mağdurum,aynı gün annem ve babamın gözleri önünde,dövülerek gözaltına alındım.10 gün boyunca sürekli, işkenceye maruz kaldım.
4-AKP iktidarı bu hassasiyeti bildiği için,maddeleri tek tek oylama yoluna gitmedi.kendini solda gören bir çok kişiyi,12 eylül darbecilerini yargılayacağız diye kandırarak,asıl istediği maddelerin oylanmasını sağladı.ayrıca,hayır oyu verecek insanları,darbecilere sahip çıkıyorsunuz ve dolayısıyla darbeci ve ergenekoncusunuz diye suçlayarak,demokrat kamuoyu üzerinde baskı oluşturdu.ve türkiye
YETMEZ AMA EVET diye propaganda yapan,bir kesimle tanıştı.yoksa,12 eylül darbecilerinin yargılanmasına,karşı çıkan kişi zaten demokrat olması müğmkün değildir.ama bu yemi diğer 25 maddeye feda etmekte saflıktır.
5-B.bakan RTE referandumda taraf olmayanları ,BERTARAF etmekle tehdit etti.yalnızca bu tavır bile,HAYIR yada BOYKOT için geçerli bir nedendir.
6-bu referandumda,milli görüşçüler-süleymancılar-fettulllah hoca cemati-iskender paşa cemaati-ismailağa cemaati-zaman ve vakit gazeteleri gibi, tüm radikal dinci cemaat ve örgütler hepsi birlikte EVET kampanyası yürütmüşlerdir.HAYIR için bu bile tek başına geçerli bir sebeptir.
7-oylanan 26 madde içinde AKP nin esas istediğinin yüksek yargıyı tamamen hükümetin kontrolüne
geçirmek olduğunu,ve eski düzenden daha tehlikeli boyutları olacağını yeterince anlatamadık.

S  O  N  U  Ç

ARADAN GEÇEN İKİ YILLIK SÜRECE BAKTIĞIMIZDA;

Muhalif kişilere karşı inanılmaz anti demokratik uygulamalar yapıldı.
HSYK ve Anayasa Mahkemesi tamamen hükümetin kontrolüne girdi.
Parasız eğitim isteyen-pankart açan öğrencilere onlarca yıl hapis cezaları verildi.
HES lere karşı mücadele eden karadenizli insanlara ve özellikle kadınlara karşı,
devlet şiddeti uygulandı.
sendikal ve demokratik haklarını kullanan işçilere-memurlara karşı,düşmana savaşır gibi,
insanlık dışı uygulamalar yapıldı.biber gazı ve coplarla dövülüp fişlendiler.
grev hakları için mücadele eden 305 emekçi,sorgusuz sualsiz,cep telefonlarına gelen
kısa mesajla işten atıldılar.
12 eylül anayasasına karşı olduğunu sürekli tekrarlayan AKP hükümeti,aynı anayasadan
aldığı gücü sonuna kadar kullandı.sadece iktidardakiler farklıydı.
sanat'a sanatçıya,tiyatrolara nerdeyse,savaş açtılar.
dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz diyerek, toplumun üzerinde korku oluşturdular.
....evet,bu referandumdan aldıkları güçle,parlamenter diktatörlük kurdular.ve faşizmde
olduğu gibi, liderin ağzından çıkan herşeyin kanun sayıldığı bir otoriterizme dönüştü.
halkın egemenliğinden sürekli dem vuran RTE aynı halkın oyu ile seçilmiş tutuklu
milletvekilleri için hiç birşey yapmadı.ama,haklarında ifadeye çağrılan MİT elemanları
için,aynı gün kanun çıkartıp,çankayada notere imzalatıp,ifade vermelerini engelledi....
Demokratik açılımdan dem vuran AKP dalga geçer gibi,KCK şehir yapılanması iddiası ile,
ovada siyaset yapan kürtleri-kürt aydınlarını kodese yıktı.Aslında olan şuuydu;AKP eski derin
devlet yapısını oluşturan,asker-sivil-siyasetçi-mafya gibi unsurları bertaraf ederek,kendi derin devletini kurdu.Bu derin devlet eskisinden farklı olarak,tamamen yargı kanalıyle oluşturulduğu
için,gayri resmi değil,yasal bir derin devlet yapısıydı.Bizlerin referandumda evet oyu veren kimi
sosyalist arkadaşlara anlatamadğımız şey buydu;"Değişen hiç bir şey yok.devlet aynı devlet.sadece
yönetenler değişti.yönetilenler için hiçbir şey değişmedi."
....şimdi soruyorum YETMEZ AMA EVETÇİLERE....hala aynı yerdemi duruyorsunuz...!







12 Haziran 2012 Salı

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Tarihi.



1960’lı yıllarda Türk solu üzerinde yapılan araştırmalarda muhakkak Türkiye İşçi Partisi (TİP) üzerine söz söylenmelidir. TİP; demokratik sosyalizmin ülkemizdeki ilk örneği ve temsilcisi olduğu gibi, 1965 seçimlerinde TBMM’ye 15 milletvekili sokabilmiş ve Türk siyasal hayatına kalıcı yenilikler getirmiş çok önemli bir siyasal oluşumdur. TİP; İbrahim Güzelce, Kemal Türkler, Kemal Nebioğlu, Şaban Yıldız ve Nuri Beşer gibi sendikacılar tarafından 14 Şubat 1961’de yapılan bir basın açıklamasıyla kurulmuştur. Aynı dönemde kendi başına bir sosyalist parti kurma girişimleri bulunan Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları, 1 Şubat 1962’de, TİP kurucusu olan sendikacıların, kendi aralarında yaptıkları toplantıda, partinin kapılarını sosyalist aydınlara açmaya karar vermeleri ve Genel Başkanlık için Mehmet Ali Aybar’ı göreve çağırmaları sonucu bu çabalarına son vererek bu partiye katılmışlardır. Aybar’ın ilk icraatlarından biri parti kadrolarında emekçilerin ve sendikacıların konumunu düşürmemek için sosyalist entelektüellerin, aydınların oranının yüzde 50’yi geçmeyecek bir şekilde sınırlandırılması olmuştur. 27 Mayıs sonrasının genel aydın eğilimi halinde yükselişe geçmiş bulunan ve Yön Hareketi nedeniyle adeta şaha kalkan sol Kemalizm, TİP’in başlıca argümanlarında da önemli bir ağırlık taşıyor ve sosyalizm temelde Kemalizm’in ileri bir yorumu olarak sunuluyordu. Aybar ve TİP üyeleri konuşmalarında demokrasiye olan inançlarının altını kalınca çiziyor ve Sovyetler Birliği’ne kıyasla revizyonist bir sosyalizm anlayışları olduğunu açıkça belirtiyorlardı. Bu nedenle TİP’i Avrupa tarzı sosyalist partilere benzetmek mümkündür. Mehmet Ali Aybar proletarya diktatoryasına karşı olduğunu da açıkça belirtmiştir; “Mesela TİP, proletarya diktatörlüğüne dayanan bir parti değildi. Ya nasıl bir partiydi? İşçi sınıfının demokratik öncülüğü etrafında birleşen, tüm emekçilerin temsilcisi olduğunu söyleyen, onları iktidara getirmeyi amaçlayan bir partiydi” (Mumcu, sayfa 41).
Aybar’ın ilginç ve eklektik sosyalizm düşüncesini tanımlamak için kullandığı terim “güleryüzlü sosyalizm”dir. Aybar’a göre güleryüzlü sosyalizmin temel ilkeleri demokrasi ve sosyalizmdir ve amacı emekçilerin yönetimde fiilen söz ve karar sahibi oldukları bağımsız ve geniş özgürlükler tanıyan bir rejim yaratmaktır. TİP’in revizyonist sosyalizm anlayışında, Yön ve MDD’nin aksine demokrasi faydalı olarak görülmüş ve iktidarı ele geçirmek için demokratik parlamenter metodlar uygulanması benimsenmiştir. Aybar dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’le polemiğe girmek pahasına anayasanın sosyal devlet ilkesine vurgular yapmış ve 1961 anayasasının sosyalizme açık olduğunu belirtmiştir. TİP düşünürlerine göre Türkiye’de yapılması gereken Milli Demokratik Devrim değil, demokratik yollarla gerçekleşecek sosyalist reformlardır. Buna göre bu reformların başlıca dayanağı ve kuvvet üssü Türk proletaryası olacaktır. Bu anlamda TİP, Yön ve MDD’nin aksine Türkiye’de gerekli olgunluğa ulaşmış bir proletarya olmadığı tezini reddetmiştir. Ancak TİP’in bu düşüncesine karşın proletarya ile olan bağlarının zayıflığı ve proletaryanın popülasyon olarak sınırlı olması TİP’e yöneltilen en büyük eleştiriler arasındadır. Ayrıca TİP’in sosyalizm anlayışı Marksizm’e dayanan bir bilimsel süreçten çok “kapitalist olmayan bir kalkınma modeli” şeklindedir. TİP lideri Mehmet Ali Aybar özel sektöre tamamıyla karşı olmadıklarını şu sözlerle dile getirmiştir; “Özel sektöre bırakılan endüstri kolları ve ekonomik faaliyet alanları, genel ekonomi planının hedef ve direktiflerine uyarak çalışır ve gelişir. Devlet sektörünün ağır bastığı bir planlı ekonomik düzeyde özel sektör daha uzun yıllar ulusal kalkınmamızda yararlı bir faktör olacağı için korunacak ve teşvik edilecektir” (Aybar, Tip Tarihi 1, sayfa 206). Yani TİP’in demokratik reformlarla gerçekleştirmeyi düşündüğü sosyalist modelde, devlet sektörü liderliğinde özel sektöre tolerans gösterilecek ve ulusal ekonominin geliştirilmesi amaçlanacaktır. TİP’in öncelikli amacı önemli yabancı ve yerli şirketlerin kamulaştırılması (millileştirilmesi) ve belli bir ulusal ekonomik program çerçevesinde üretim yapmasıdır. TİP’in bir diğer önem verdiği konuysa her ne kadar proletaryanın önceliği vurgulansa da, toprak reformunun gerçekleştirilmesi ve Türk köylüsünün özgür kılınmasıdır. TİP bu noktada Kemalist Devrim’in yarıda kaldığından yakınmış ve devletin toprak ağalarıyla işbirliğini eleştirmiş, bu geniş arazilerin devlet kontrolünde köylülere eşit olarak dağıtılması gerektiğini belirtmiştir. TİP’in bir diğer vurgu yaptığı konu da anti-emperyalizmdir. TİP liderleri daha barışçıl ve bağımsız bir dış politika anlayışını benimsemiş ve Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı doğrultusunda Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ancak ekonomik ve siyasal alanda bağımsızlığın gerekliliği ısrarla vurgulanmış ve özellikle Amerika’ya çok sert eleştiriler getirilmiştir. TİP Kürt sorunu konusunda da mutedil bir tutum belirlemiş ve sorunun tamamen ekonomik geri kalmışlıktan kaynaklandığı iddia etmiştir. “Kürt sorunu, TİP tarafından bir bölge kalkınması sorunu olarak konuluyordu ve bu soruna, ulusal menfaatlerimize en uygun, en insanca çözüm yollarını bulmak, ihmal edilmeyecek bir vatan vazifesi nitelendiriliyordu” (Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, sayfa 265). TİP’in bir diğer projesi de vergilendirme politikasının değiştirilmesi ve özel sektörden alınacak ağır vergilerle sosyal devletin güçlendirilmesidir. Bu konuda TİP lider kadrosu, İskandinavya demokrasilerinden fazlasıyla etkilenmişlerdir.
İlk olarak 17 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimlere katılan TİP, 40000 civarında bir oya ulaşmış ve seçimlerde bir başarı gösterememiştir. Ancak 1963 seçimlerinde radyodan yayınlanan konuşmalarda ve mitinglerde, TİP’in Çetin Altan, Yaşar Kemal ve Mehmet Ali Aybar gibi usta hatipleri tarafından yapılan konuşmalar Türk köylüsü, işçisi ve entelektüelleri üzerinde derin bir etki bırakmış ve partiye yönelim artmıştır. “Nitekim, 63 yerel seçimlerinden sonra yaptığımız köy gezilerinde bunu gayet açık olarak görüyorduk. Eskiden giderdik kahveye. Kim olduğu öğrenilince kahve boşalırdı. Artık öyle olmuyordu. Köye gidiyorduk, hemen ilgileniyorlardı” (Mumcu, sayfa 41). Ekim 1965’te yapılan genel seçimler ise TİP’in ulaştığı en büyük başarıya sahne olmuştur. Ülkenin sosyoekonomik problemlerini cesurca dile getirmeyi başaran tek parti olan TİP, bu seçimlerde tüm ön yargılara ve medya manipülasyonlarına karşın 276101 oy elde etmiş ve toplam oyların yüzde 2,83’ünü alarak meclise 15 milletvekili sokmayı başarmıştır. Bu dönemde nisbi temsil sistemi uygulandığı için baraj oluşturulmamış ve TİP yüzde 3’e yakın oyuyla 15 milletvekili çıkarabilmeyi başarmıştır. TİP’in parlamentoda yaptığı müthiş muhalefet CHP’nin merkezden sola kaymasında çok etkili olmuş, İsmet İnönü’nün ağzından “ortanın solu” terimi duyulmuş ve Adalet Partisi milletvekilleri laf yetiştiremedikleri Çetin Altan’ı TBMM içerisinde linç etmeye kalkışmışlardır. “TİP, geniş işçi ve aydın kesimlerini etkileyen bir solculuk söylemi tutturmayı, canlı ve güncel tartışmalarda çözümü aranan problemleri ele alarak karşılamayı başarmış, daha sonra CHP’nin tabanında yer alan önemli bir kesimi de etkilemeye başlaması üzerine, İsmet İnönü’nün ağzından solculuğunu açıklamak zorunda bırakan etkiyi yaratmıştı” (Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, sayfa 262). 1968’e kadar güçlenerek ilerleyen TİP’in dağılma süreci parti içerisinde küçük bir fraksiyon olan Mihri Belli ve arkadaşları tarafından desteklenen MDD düşüncesinin üniversite gençliğinde yaygın kabul görmeye başlaması ve 1968 yılında Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaliyle başlamıştır. 1968 kongresinde partide üç ana fraksiyon belirmiş ve şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Birinci grup Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının oluşturduğu demokratik sosyalizm yanlısı ve Sovyetler Birliği’ne tepkili gruptur. İkinci fraksiyon Sadun Aren, Behice Boran ve destekçilerinden oluşan ve Sovyetler Birliği yanlısı gruptur. Üçüncü grup ise MDD düşüncesini desteklemelerine karşın bu düşünceyi yaymak için parti içerisinde bulunan demokratik devrimcilerin oluşturduğu ve gençlik tarafından büyük destek gören Mihri Belli ekibidir. Aybar bu kongrede liderliğini korumasına karşın 1969 genel seçimlerinde parti oylarının yüzde 2,58’de kalması üzerine sorumlu tutulmuş ve partiden istifa etmiştir. 12 Mart muhtırası sonrası TİP kapatılmış ve birçok lideri tutuklanmıştır.
KAYNAKLAR
- Mumcu, Uğur, Aybar ile Söyleşi: Sosyalizm ve Bağımsızlık, 1986, Ankara: Tekin Yayınevi
- Aybar, Mehmet Ali, Tip Tarihi 1, 1988, İstanbul: Özal Matbaası
- Aybar, Mehmet Ali, Tip Tarihi 2, 1988, İstanbul: Özal Matbaası
- Aybar, Mehmet Ali, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm, 1968, İstanbul: Gerçek Yayınevi
- Akdere, İlhan & Karadeniz, Zeynep, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, 1994, İstanbul: Evrensel Basım Yayın
- Lipovsky, Igor, The Socialist Movement In Turkey, 1992, New York: E.J. Brill
Ozan Örmeci

ERCAN KARAKAŞ ( ESKİ KÜLTÜR BAKANI ) -
CHP VE SOSYAL DEMOKRASİ
16 Temmuz 2011




Sosyal demokrasi aydınlanma hareketinin ardından gelen sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfı hareketi olarak doğdu. 150 yılı aşkın tarihinde son derece zorlu dönemleri aşarak ve yenilenerek günümüze kadar geldi.
Bir insanlık ideali olan sosyal demokrasi evrensel bir harekettir. Herhangi bir ülke ile sınırlı değildir. "Gelişmiş ülkelere ait bir lüks" olarak da görülemez. Sosyal demokrasi tüm insanların özgürleşmesi ve yeteneklerini geliştirebilecekleri koşulların yaratılması için mücadele eder. Herkes için insanca yaşamı savunur. Ama aynı zamanda tarihi olarak bakıldığında işçilerin, emeği ile geçinen insanların mücadelelerinin de siyasal temsilcisidir. O nedenle bu kesimlere öncelik vermesi, ücretli emeğin korunmasını gözetmesi doğaldır.
Başlangıçta Marksist felsefe ile yoğrulan sosyal demokrat hareket sonraları kendisini, toplumsal ve sosyal gelişmelere uygun biçimde yenilemesini bildi. Özgürlük, eşitlik, dayanışma gibi temel değerlerine bağlı kalarak yeni politikalar geliştirdi. Liberal siyaset bilimcisi Dahrendorf ve benzerlerinin de kabul ettikleri gibi, 20. yüzyıla damgasını vuran siyasi hareket sosyal demokrasi oldu. Avrupa'da insan haklarının, siyasal demokrasinin, refah toplumunun, sendikal hakların ve sosyal devletin gelişmesini o sağladı. Bu başarılara karşın, belli konuların ihmal edildiği ya da zamanında kavranamadığı da bir gerçek. Faşizmin engellenememesi, tam istihdama ulaşılamaması, nükleer tehdidin önlenememesi, ekonomik demokrasinin gerçekleştirilememesi, doğal çevrenin korunamaması, kuzey-güney uçurumunun kapatılamaması bu konuların başında geliyor.
 
Sosyal demokrasinin değişimi
Sosyal demokrat nitelikli partilerde her zaman program tartışmaları çok önemli yer tuttu. Özgür ve eşit bir topluma nasıl ulaşılacağının tartışılması ve reformların içeriği hep ilgi yarattı. Sosyal demokrat partilerin tarihi bir bakıma program tartışmalarının tarihidir.
Sosyal demokrat soldaki en önemli ve en çok ses getiren dönüşüm ll. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da yaşandı. Solun ve dünyanın en eski ve köklü partisi olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1959 Bad Godesberg kurultayında kabul edilen yeni programlarıyla, Marksizm'in bazı kavram ve önerilerinin geçerli olmadığını ilan etti. O güne kadar kendisini "işçi sınıfı partisi" olarak niteleyen SPD, Bad Godesberg'de "sol görüşlü bir halk partisi" olarak tanımlandı. Bu köklü değişim, "Godesberg programı, tarihi deneyimlerden yeni sonuçlar çıkartmıştır. Sosyal ve ekonomik reformlarla ve toplumun demokratikleşmesi suretiyle özgürlük, adalet ve dayanışmanın gerçekleştirilmesini, demokratik sosyalizmin görevi olarak kabul etmiştir" şeklinde açıklandı. SPD'nin bu dönüşümünü diğer sosyal demokrat partiler de izlemekte gecikmediler. İşçilerin yanı sıra diğer ücretlilere ve orta sınıflara yönelen bu partiler, hızla büyüdüler ve birçok ülkede iktidar şansını yakaladılar. İktidarlarında sanayi toplumu yeniden canlandı, yaratılan refah toplumunun nimetleri dengeli biçimde bölüştürüldü, sendikalar yoluyla çalışanlar sosyal dengelerin oluşmasında söz sahibi oldular.
Sosyal demokrat partilerin en önemli özelliklerinden biri de, toplumdaki değişimlere uygun olarak kendilerini yenileyebilme ve yeni sorunlara yeni çözümler önerebilme yetenekleridir. Tabii bunu olanaklı kılan şey, parti içinde çoğulculuğa saygı duyulması ve parti içi demokrasinin eksiksiz olarak uygulanması oldu. Sosyal demokrat partiler, 1980 ortalarından itibaren stratejilerini ve programlarını yeniden tartışmaya açtılar. Üretim, sanayi ve çevre politikalarını gözden geçirdiler. Ekonominin, ekolojik ve sosyal yönden yenilenmesi, işgücünün nitelikli hale getirilmesi gibi yeni politikalar belirlediler.
Sosyal demokratlar piyasanın yarattığı eşitsizlik, çevre kirlenmesi gibi sorunlarla uğraşırken, şimdi de küreselleşme denilen sürecin olumsuzluklarıyla karşı karşıyalar. Küreselleşmeyi kapitalizmin bir yeni evresi olarak değerlendirmek gerekir. Son 15 yıllık uygulaması gözönüne alındığında, dünya çapında eşitsizliklerin ve işsizliğin arttığı, tekelleşmenin hızlandığı görülüyor. O nedenle sosyal demokrat partiler için küreselleşmenin "zapturapt altına alınması" yaşamsal öneme sahiptir.
Her dönemin sorunları kendine özgü oluyor. İçinde yaşadığımız küreselleşme sürecinin en önemli sorunu eşitsizliklerin daha da artması, büyük şirketlerin kendilerini demokratik siyasetin/hükümetlerin yerine koymaya çalışmalarıdır. O nedenle günümüzde solun en önemli görevi, eşitsizliklerin önlenmesi için sosyal adaleti sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için de küreselleşmenin, demokratik denetimi gerekiyor. Kısa vadeli sermaye akımı denetlenemez ve döviz kurlarındaki dalgalanmalar önlenemezse dünyanın istikrarlı hale gelmesi hayal olacaktır. Spekülasyona açık olan bu iki konu son derece önemli. Sosyal demokrat partilerin üst kuruluşu olan Sosyalist Enternasyonal geç de olsa küreselleşmeye ilişkin politikaların belirlenmesi için bir tartışma başlatmış bulunuyor. Fransız Sosyalist Partisi gibi kimi partiler "Avrupa'nın bütünleşmesinin küreselleşmenin panzehiri olacağını" ileri sürerek AB sürecinin hızlandırılmasını savunuyorlar. Üzerinde uzlaşılan bir konu da, başta BM olmak üzere, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi, 50 yıl öncesinin soğuk savaş koşullarında kurulan kuruluşların demokratik, katılımcı ve saydam yapıya kavuşturulmaları. Sol artık, temel sorunların uluslarüstü hale geldiğinin bilincinde. O nedenle, AB gibi ortak projeleri önemsiyor, uluslararası kuruluşların yeniden yapılanmasını istiyor.
Türkiye'de sosyal demokrasi düşüncesi toplumsal koşulların değiştiği ve geliştiği bir süreçte CHP içinde ortaya çıktı. CHP'de 1965'de, "ortanın solu" kavramıyla sosyal demokratlaşma süreci başladı. Bu sürecin başlamasıyla partide ve toplumda yaygın bir ideolojik ve siyasal tartışma ortamı oluştu. Sola açılan CHP düzene radikal eleştiriler yöneltmeye, emekçi ve üretici kesimlerle yeni bağlar kurmaya yöneldi. Demokrasiyi kurumlaştırmayı ve ona sosyal bir içerik kazandırmayı programlaştırdı.
Bu bağlamda "düzenin değil değişimin partisi", "ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen" gibi sloganlar üretildi. "Demokratik sol" tanımı geliştirilmeye çalışıldı. 1976'da Sosyalist Enternasyonal'e üye olundu. "Altıok" yeni yorumlarla geliştirilirken, sosyal demokrasinin "özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü" gibi temel değerleri de programa dahil edildi. Sola ve geniş halk kesimlerine yönelme, CHP'yi 1977'de yüzde 42 ile birinci parti yaptı. Bu süreçte örgüt ve parti içi demokrasi de önemsenmeye başlandı. Bu gelişmeler parti içindeki tutucu kanat tarafından "anti-Kemalizm" ve "Marksizm'e yönelme" olarak değerlendirildi, Ecevit ve arkadaşlarına ağır suçlamalar yöneltildi. Sonrasında tutucu unsurlar partiden ayrıldı. Ama sola açılımı başlatanlar zaman içinde bu tutumlarını bir tarafa bıraktılar ve kendileri tutucu hale geldiler. 12 Eylül sonrasında SODEP ve SHP ile yeni bir heyecan yaratıldı. 1989'da yerel seçimlerle yüzde 29'la birinci parti olan SHP ondan sonra yapılan her seçimde sürekli oy kaybetti. Yani hem yerel yönetimler döneminde, hem hükümet ortaklığı döneminde ve SHP/CHP birleşmesine rağmen 1995'den sonraki muhalefet döneminde düşüş yaşandı. CHP 1999 seçimlerinde parlamento dışında kaldı.  Bu sürecin tamamlanamamasında 12 Mart, 12 Eylül gibi askeri darbelerin yaptığı tahribatın ve solun örgütlenmesine getirdiği kısıtlamaların elbette olumsuz bir rolü vardır. Ama meseleyi bu dışsal nedenlerle açıklamak kolaycılık olur. Asıl neden içseldir, zaman içerisinde çağdaş bir sosyal demokrat parti yaratma hedefinin bir yana bırakılması ve sol kimliğin pekiştirilememesidir.
CHP Sosyalist Enternasyonal'in yanı sıra 1994'den itibaren de AB çerçevesinde oluşturulan Avrupa Sosyalist Partisi'nin (PES) ortak üyesidir. Bu kuruluşlara üye partilerin ortaya çıkışları, kökenleri birbirinden farklıdır. Bazıları işçi sınıfı hareketinden, Marksist felsefeden, bazıları da CHP gibi ulusal kurtuluş hareketlerinden ya da ilerici mücadelelerden geliyor. Her ülkenin tarihi gelişimi ve sosyo-ekonomik yapısı farklı olduğu için doğal olarak programları da farklıdır. Onları biraraya getiren şey solun özgürlük, eşitlik, dayanışma, demokrasi ve barış gibi değerlerine bağlılık ve adaletli, barışçıl bir dünya yaratma hedefidir.